Firar
28.09.2018
FİRAR
İstanbul’u çok seviyorum, hem de çok.
Üniversite eğitimi için gittiğim bu şehirden kopamadım sonrasında da, çalışma
hayatıma burda başladım ve devam ettim. Kendi hayatımı anlatmaya niyetli
olmadığım bu yazımda İstanbul maceralarıma, nerelerde çalıştım, neler yaptım
İstanbul’da kısmına girmeyeceğim. Şu kadarını söyleyebilirim ki İstanbul dolu
dolu yaşanması gereken bir şehir. 15 yıl boyunca eğitim ve sonrasında çalışma
hayatımı sürdürdüğüm bu şehirde hala keşfedemediğim çok yer, bolca etkinlik,
tanışamadığım nice güzel insan var. Dünyanın en renkli şehirlerinden olan güzel
İstanbul’umun Asya’ya uzanan, Avrupailiği de barındıran o karmaşık ritmi bu
şehri hem tarih, hem de modern açıdan donanımlı bir mozaik kılıyor. Kendi
aklımın bu şehri terketmeye yetmediğini söyleyebilirim, ta ki bir yaz dönemi
işimden ayrıldığımda hadi dedi yazı geçirmeye Çanakkale’ye gidelim, gidiş o
gidiş.
Şimdi şimdi İstanbul’da yaşayan
tüm arkadaşlarımın ortak hayali İstanbul’dan kaçış, işte ben o kadar zor
olmadığını anlatmak istiyorum aslında bu yazımda. Yaşlarımız 30’ları devirmeye başladıkça
geliyor bu istek, gerçi bende aman aman bir kaçma isteği yoktu, yaptığım işi,
arkadaşlarımla etkinliklerimizi, kardeşimin, kuzenlerimin İstanbul’da
yaşamasını, bunların hepsini seviyordum açıkçası. Yaz tatillerinde ziyaret ettiğim tatil beldelerinden dönemiyordum, dönmekte zorlanıyordum daha doğrusu. Neden ya neden diyordum her defasında,
neden böyle bir yerde yaşamıyorum ki. Mersin’de büyüyen ve çocukluğunu 3-4 ay
her gün denize girerek geçiren bir çocukluk yaşayarak geçirdikten sonra
İstanbul’un giremediğin denizine uzaktan bakmak kahrediyordu beni. Hafta sonları
Kilyos sahiline yaptığımız kaçamakların yolu uzun sürüyordu, hem de deniz gibi
deniz değildi sanki hiçbiri, dalgalarla oynayan çocuklar gibiydik, bu denizimsilik
kesmiyordu beni. Dönüşte Uzunya’da içtiğimiz rakılar da olmasa hiç tadı yoktu
sanki. İstanbul’un denize girileceği koyları sonra sonra keşfettim gerçi, ama
bu da bir başka yazının konusu yine, üstelik yazmaya değer de değil.
Yazı geçirmek için kalkıp
geldiğimiz bu şehirde 4. yılımızı devireceğiz bu sene, üstelik Çanakkale’de de
değil, Eceabat’ta yaşıyoruz. Eceabat İstanbul’dan sonra gelmek için en şirin
alternatif değil aslına bakarsanız, şirin mi şirin Şirince veya bohem
kafeleriyle bir Urla değil örneğin, ama konu bütününe bakıldığında harika bir
konumda.
Eceabat’ın eski adı Maydos, Maydos
Kilisetepe Höyüğü Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasında, Kilye Koyu’nun hemen
güneyinde yer alan Maydos Kilisetepe Höyüğü, ismini daha önceleri üzerinde
bulunan Hagios Dimitrios isimli bir kiliseden almıştır ve Gelibolu
Yarımadası’nın en büyük höyüklerinden biridir. Eceabat’ın literatürde
geçen özet bilgisine aşağıda ulaşabilirsiniz, ben Eceabat’ın ve Çanakkale’nin
kendimce özetine kaldığım yerden devam edeyim.
Eceabat; Gelibolu Yarımadası’nın
ucunda kalarak Avrupa Kıtası’ndan Asya’ya göz kırpar. Yarımada boyunca
Çanakkale Boğazı’nın ve Saros Körfezi’nin koynunca ilerler, Seddülbahir’de yer
alan abide ile tarihe, yarımada boyunca uzanan şarap bağları ve üretim tesisleri
ile geleceğe selam çakar. Önce biraz buralardan bahsedelim, sonra karşıya
birlikte geçeriz.
“Bastığın yere toprak diyerek
basma tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı” yazısı Eceabat’ın girişinde
duruyor, çünkü burası tam da orası, öyle kolay değil işte burda bastığın yere
toprak diye basmak. Yarımadanın her bir yanındaki anıt mezarlıklar aslında
gerçekten sadece birer anıt, bu yarımadanın her santimetrekaresi şehitlik,
benim bu satırları bir kadın olarak özgürce yazabilmemi mümkün kılan, başım
dik, sırtım pek hayatıma devam etmemi, kendi istediğim gibi çalışıp, kendi
istediğim gibi özgürce yaşamamı mümkün kılan, bağımsızlığımı borçlu olduğum
cengaverlerin omuz omuza savaştığı ve canlarını teslim ederek bize cumhuriyeti
dimdik bir bayrak gibi bıraktıkları coğrafya burası. Her taşı, her ağacı, her
kuşu bir selam borçlu o şehitlere. Atatürk’ün seyir terasından, Bigalı Köyü’nde
yer alan konakladığı eve, Seyid Onbaşı’nın top mermisini kaldırdığı tabyalardan
Anafartalar’a, Avustralyalılar’ın her yıl burada yatan çocuklarını anmaya
geldiği Anzak Koyu’na zengin tarih yatıyor bu topraklarda.
Her hafta memleketin farklı
yerlerinden otobüsler dolusu insanlar geliyor, bu alanları görmeye, şehitleri
anmaya, emekleri için teşekkür etmeye. Birkaç damla gözyaşı bırakıp öyle
dönüyorlar geldikleri yerlere, unutuyorlar sonra belki kim bilir, kimi de hep
kalbinde taşıyor belki. Buranın esnafı da yaz kış gelen gidenler sayesinde
ayakta duruyor, şimdiye kadarki en önemli gelir kaynağı gelen gidenlerin teşkil
ettiği turistik değer.
Eceabatlılar’ın çoğu balıkçı, iyi
kötü herkesin bir balıkçı teknesi, lüfer sezonu için büyük hayalleri var. Zeytin
ve badem ağaçları, köyde de domates ekebileceği toprağı olanlar da var,
civardaki işletmelerde çalışanlar ve iş arayanları da, ama asıl söylenmesi
gereken küçük bir yer de olsa insanlarının mutlu olduğu. Yazın neredeyse her
gün düğün var ve bir kasabada herkes mi güzel oynar, sanki herkes roman. Roman
havası olmadan asla eğlenemiyorlar, denize sıfır düğün salonunda saatlerce
roman havasıyla önce kızlar kendi aralarında, sonra mahallenin delikanlıları
çalgıcıya cabo vere vere tüm streslerini atıp ertesi güne tekrar kaldıkları yerden
başlıyorlar. Şortla gezen kızlara dönüp laf attıkları bir yer değil burası,
oldukça modern, hala güzel bir kafesi veya şık bir kuaför salonu yok, ama
fazlalıklarınızdan kurtulduğunuz, doğayla kucaklaştığınız bir yer burası,
anlatmaya başlıyorum.
Benim için Eceabat dilediğim
zaman Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçer gibi karşıya geçtiğim ve dilediğimce şehrin
tadını çıkarabildiğim ve bunu yaparken boğazın kıyısında yeşillikler içinde
yaşadığım cennet bir yer. Eceabat’ın köylerine doğru araba sürmeyi seviyorum
mesela, sanki bir film setinde gibi hissettiriyor her yer, her an bir film
karesi çekilmeye hazırmışçasına stylingi yapılmış, makyajıyla allanıp pullanmış
bir doğa. Sağıma bakıyorum boğaz, soluma bakıyorum zeytin ağaçları. Ön tarafı
boğaz, arka tarafı Ege Denizi, Saroz Körfezi.
Bir yaz mevsiminde güzel bir
sabah serinliğinde arabanı Kemikli’ye doğru sürmeyi dene, içinden 100’e kadar
sayarken 1,2, 3,10,20,80,90 derken km’lerce ayçiçeği geçeceksin sağlı sollu,
arabayı birazcık kirleticez ama olsun, kirlenmek güzeldi. Kemikli’ye vardığında
yanında bir şemsiye, bir buz çantası, biraz meyve, biraz içecek birşeyler varsa
yüzünü denizle yıkamak çok iyi geliyor insana.
Bir akşam serinliğinde Kabatepe’ye
varıp Orman kampında denize girmek, veya iskeledeki Kabatepe Balıkçısı’nda
kılıç balığı yemek, güneşi en batıda batırmak hayatın size bahşettiği bir
hediye, Kabatepe’de gün
batırmak herkesin tattığı bir an değil, inanın bana. Hızınızı hala
alamadıysanız Kabatepe iskelesinden Gökçeada’ya kalkan feribotlar var, çok
makul günlük konaklama ücretiyle cici oteller var adada, dünyanın en güzel gün
batımı Kaleköy’ün en tepesindendir. Şair olasın, aşık olasın, her günü orada öylece yavaş yavaş, her anını
aklında tutarak güneşin batmasını izleyesin gelir. Gökçeada da ayrı bir yazı
konusu olmalı bakıldığında, bahsi açıldığı için değinmek istiyorum. Gökçeada
halen Rumlar’ın yaşadığı güzel Rum köylerini ve evlerini içeren, güzel
koylarıyla ve adada dolaşan keçileriyle, doğada kendiliğinden açan pembe zakkum
çiçekleriyle hiç değilse bir Rum köyünde kahve içmeye gitmeye değer bir yer.
Gökçeada’yı bir başka yazı içeriğinde genişçe anlatacağım, tek tek önerilerimle.
Eceabat’tan ve Çanakkale’den devam ediyorum, ama Türkiye’nin 2 adası olduğuna
ve bunlar da Çanakkale’de olduğuna göre çok şanslı sayıyorum kendimizi,
güzelliklerle bezeli bir şehir.
Eceabat benim için en çok da
hayvan bakmak için müsait bir yer olduğu için güzel, aslında en sevdiğim yanı
Çanakkale’ye yakınlığı, istediğim zaman küçük kafelerin ve meyhanelerin
müdavimi oluveriyor, istediğim zaman tüm kalabalıklardan kaçarak kendi hayatımıza
genişçe zaman ayırabiliyoruz. Buraya taşındığımızdan beri çokça köpek baktık, 2 köpeğimiz, 1 kanaryamız, İstanbul’da yaşarken camıma konduğu günden
beri bizimle olan Şakir’imiz, yani evimizin reisi papağanımız, köpeklerimize kendimiz bakamadığımızda bizim yerimize
sahip çıkan kardeşlerimiz, balkonumuzdaki çiçekleri sulayamadığımızda
anahtarımızın yedeğiyle gelip yardımcı olan arkadaşlarımız var, bu kadar güzellik
de insana yetmiyorsa yetinmeyi öğrenelim o zaman. Ama güzellikleri de bizim
yarattığımızı unutmayalım ki hepimiz aynı çaba içinde olalım, hayatımızı en
mutlu kılan işte bu çaba.
Eceabat’ın ve aslında yarımadanın
tamamına bakarsak bahsetmeyi atlamamam gereken bir diğer konu da Gelibolu
Yarımadası’nın bağları ve şarap üreticileri. Bölgede Suvla Şarapları başta
olmak üzere Vinero Bağcılık, Ergenekon Şarapçılık, Chateau Kalpak, Asmadan gibi
şarap üreticileri mevcut. Bozcaada’da yer alan Çamlıbağ, Ataol, Talay, Amadeus,
Corvus, Güler Ada şarap markalarını da eklersek Çanakkale şarap üreticileriyle sektörde
bir kümeleşmeyi sağlamış durumda şimdiden. Doluca’nın bölgedeki bağlarını da atlamayalım, sektörden biri olarak civardaki şehirlere
kıyasla ciddi bir yönelimi var Çanakkaleliler’in de şaraba, tüketim hiç fena
değil. Ben Suvla Şarapları’nda çalışıyorum ve Suvla’nın Eceabat’ta yer alan fabrikasının
önünde yer alan Suvla Lokantası hem Çanakkaleliler hem de İstanbul
güzergahından gelen ziyaretçiler için alışveriş yaptıkları, uygun fiyatlara
farklı üzümlerden oluşan şarap alternatiflerini deneyimledikleri keyifli bir
şarap evi. Bölge için oldukça şık bir alternatif oluşturmasının yanı sıra şarap
kültürünün yayılmasına da etkisi çok büyük. Yine bölgede yer alan Vinero
bağcılık içinde yer alan Hotel Caeli öno turizmi yani şarap turizmini yaymaya çalışan, şarap üretim
tesisini gezebildiğiniz, her biri bir üzüm isminden esinlenilen odalarında
konakladığınızda işletmenin üzüm bağlarına karşı şarap kadehinizi şerefe
kaldırabildiğiniz bir işletme, gerçi bu otelde konaklamak her babayiğidin harcı değil, özetle bu bölge bağ rotasını elinize alıp sırayla
gezmeniz gereken bir yer oluverdi çoktan. Eceabat’ta çalışan genci yaşlısı insanların
bu işletmelerde çalışarak ülke ekonomisine katkıları da bir gerçek, bu bölgeye
ait şaraplardan, bağlardan, gezilesi rotalardan bol bol bahsedeceğim bundan
sonra. İşimle alakalı içerik türetmiyorum çok artık, zamanım benim için
değerli, hayatım işimden ibaret değil çünkü, firarın en sevdiğim yanlarından
biri de bu, kendinize bolca zaman ayırabiliyorsunuz. Ama şarabı da Suvla’yı da
seviyorum, çünkü şarap mevsimselliği, üzümlerin birbirinden farkını, bağın
estetiğini, doğanın oyunlarını, kırmızının tonlarını, şarapların birbirinden
ayrışan yanlarıyla zenginliği, bolca içeriğiyle süprizleri barındırıyor. Suvla
ise sadece ve sadece kaliteli şarap üretiyor, üstelik çok sade ve zevkli,
reklam ajansında çalışmış ve yıllarca satış pazarlama alanında farklı
firmalarda çalışmış birisi olarak marka konumlandırmasını güzel yapan markalara
ve emektarlarına güzel güzel şapkalarım var, Suvla’ya da şapka çıkarmalıyız, bu
ülke için değer yaratan herkese müteşekkirim bir Atatürk genci olarak. Üreticilere
ve emektarlarına sahip çıkmalıyız ülke olarak, güzel günler göreceğiz güneşli
günler, inşallah..
Eceabat’ı her yerinden olta
sallayabildiğiniz kıyıları, bir mat aldığınızda her yerde denize girebildiğiniz
gölgeleri, elinizdeki şarap kadehiyle yalınayak bahçelerinde gezebildiğiniz
şarap evleriyle yeterince anlatabildiğimi umuyorum. Gelibolu'da da bir kaç saat geçirmelik seçenekler var. Gelibolu’da kızlı sardalye, Zafer Yoğurtlarından peynir helvası ve yoğurt almak, İlhan Balık’ta da bir mevsim balığı yemek, Hamzakoy'da bir kahve ya da bir bira içmek gibi. Aslında Eceabat'tan çok daha güzel bir yer, Eceabat'ın avantajı Çanakkale'ye ve dünya güzeli Kabatepe'ye yakınlığı. Alabildiğine çam kokuları arasında mavinin her tonu, salaş bir balıkçı, balıkçı gemileri ve Gökçeada feribotu.
Eceabat limandan ve 5km
uzaklıktaki Kilitbahir limanından kalkan feribotlarla karşıya, yani Çanakkale'ye geçebilirsiniz. Eceabat'tan saatbaşı kalkan feribotlarla karşıya geçmek 25 dk sürüyor, beklemelerle bu süre uzayabilir. Kilitbahir'den karşıya geçmek daha kısa, 10 dk'da hop karşıdasınız, üstelik her çeyrek geçe ve çeyrek kala bir vapur var. Yaz sezonunda veya bayram seyran gibi yoğun dönemlerde bu geçişler saatsiz ve daha sık olmaya başlıyor ama bu defa da kuyruklar uzun sürüyor, yaz döneminde bu geçiş
bir çile, ille de yazın gelecekseniz bu geçişi bir Perşembe ya da bir Salı yapmaya
çalışın, kendinizi de bizi de yormayın, maalesef uzun sıralar olup duru. Gelibolu ve Lapseki'yi birbirine bağlayacak olan boğaz köprüsü bitmedi, hatta daha yeni başladı. Eceabat'ta yaşayan bizler için bir alternatif olmayacak bu köprü ama Güney Ege'ye inmek isteyenler için bekleme yapmadan geçebilecekleri bir güzergah olacağı kesin.
Çanakkale’yi küçük kordonu ve
kordonun ortasında Troy filminin anısına şehre hediye edilen tahta atıyla hemen
tanıyacaksınız. Kordon boyunca dizili olan küçük cafe ve restoranlarıyla
şipşirin, büyüleyici güzellikte bir şehir Çanakkale, ham yapasınız gelir.
Kordona yakın mesafede Aynalı Çarşısı, seramik satan dükkanları, müzeleriyle
sanki maket bir şehir, küçücük. Barlar sokağında yer alan Mor Salkım en eski
meyhanelerden birisi, boğaza karşı yemek yemek istiyorsanız şehrin en iddialısı Yalova Restoranı deneyin
derim. Akol Hotel tepesindeki Radika da üçüncü bir alternatif, belki
biraz daha ekonomik de olabilir, boğaza tepeden bakmak da bir başka keyif,
servis ekibi de genç, sempatik çocuklar.
Çanakkale’den Ege’ye yola
çıkarsanız Ezine’den peynirinizi tadarak alır, Assos’u koy koy gezer, ülkemizin
en güzel denizlerinden birine girer, Assos bölgesine duyacağınız ömür boyu
sürecek aşkınızla birlikte ayrılırsınız sonrasında burdan. Buralarda konaklamamız gerektiğinde Ege Evi diye şirin bir evde kalıyoruz biz, karı koca işlettikleri
bu minik otelde A’dan Z’ye herşey özenle geçilmiş, vitrin tasarımcısı
olduklarını söylediklerinde telefonlarını almıştım başta, belki beraber
fotoğraf çekimi yaparız diye ileride, zamanla aile olduk. Özenle kurdukları
sofralarda bazen birlikte oturuyoruz, İstanbul’dan geldikleri için birbirimizi
de iyi anlıyoruz. Assos bambaşka, dünyanın en güzel yokuşlarından biri Assos’u inişi, Midilli Adası’na baka baka, komşuya selam ederek, radyoların birbirine
karıştığı bir sınır bölge, enfes diyebilirim, Eceabat’tan 10 kat daha güzel,
ama Eceabat kadar şehre de yakın değil işte. 😊
Uzattığımın farkındayım, eni konu
anlatmak istedim çünkü, eğer siz de firar etmek istiyorsanız emekliliğinize gün
saymak zorunda değilsiniz, çünkü küçük illerdeki işyerlerinin de sizler gibi
profosyonellere, büyük şehirlerden gelen insanların kurumsallığına, vizyonuna
ihtiyacı var, ülkemizin gelişimi için başında yapılması gereken bu ekonomik
dağılım keşke bizlerin emekli olmasını beklemese. Gittiğiniz yerlerde iş bulmak
ve bu şehirlerin bütçesine göre yaşamak mümkün, başta zor gibi görünse de
aslında hayatta zaten inandığım bir şey varsa herşeyin insana özgü olduğu,
insan evladı herşeye alışıyor. Başta arkadaşlarım nerede diyorsunuz, sonra o
yoklukta kendinize ve hayatınıza o kadar çok zamanınız kalıyor ki bir
bakıyorsunuz bir sürü hobiniz olmuş, bir çok şeyle aynı anda birlikte
uğraşıyorsunuz, bunları yaparken de yeni dostluklarınız oluşuyor. İstanbul’a
gittiğimde oradaki arkadaşlarımın bana söyledikleri sen yokken de görüşemedik
zaten oluyor, nedense büyük şehirlerde hayat yoğun ve çok meşgul olduğu için,
bir de trafik zıvanasından insanlar birbirlerine vakit ayıramıyor, ben her
İstanbul ziyaretimde önceden organize olduysam verimli, özlem dolu görüşmeler
yapıyorum arkadaşlarımla. Yapamadığım bir şey etkinliklere vakit ayıramamak,
evet bu konuda müthiş bir özlemim var, ama başka getirileri oldu hayatın bana,
buraya taşındığımdan beri üyesi olduğum koro ekibimizle 5 defa konser verdik, yani bir koro sanatçısıyım ve
şarkı söylemek için sahneye çıkıyorum, 2 defa düet yaptım, bu sene solo yaparım
bakarsınız. Çanakkale Belediyesinin Türk Sanat Müziği korosuyuz biz. Aslında batı müziğine daha yatkınım, o nedenle piyano da öğrendim bu firar
sonrasında, batı müziği korosu bulamadım bu şehirde, türk sanat müziği
korosundayım o nedenle, herkesin tercihi farklı elbette ki, tercih etme şansım
olsaydı ses rengime daha yakın olduğu için farklı bir yöne gidebilirdim, ama sanat müziğini de çok seviyorum, ve şansıma koromuzun şefi TRT’de
besteleri olan bir profosyonel ve gerçekten sanat yapıyoruz.
Yazımdaki polyannacılığı
farkettiniz mi bilmiyorum? Evet hayatta hiç derdi olmayan biri gibi yazdım
döktüm ne varsa, öyle değil tabi ki,
benim de şikayetlerim var, ama genel olarak daha mutluyum, eylül ayı dahil
denize giriyorum, hava temiz olduğu için 2 yıldır hasta olmuyorum, pazardan
tazecik aldığım doğal besinlerle besleniyorum, lüferi herkesten taze yiyorum,
zeytini soğuk sıkım, organik ve uyguna bulabiliyorum, aslında en önemlisi
hayata pozitif bakmayı öğrendim ve keyif alabildiğim herşeyden keyif almaya
çalışıyorum, bu yazıları yazmaya başlamamın nedeni ucundan kıyısından da olsa
şikayet ettiğim ve özlem duyduğum şeylere bulaşmak. Şehirli insanın
özleyebileceği şeylere dokunmaya çalışıyorum işte, dokunacağım da, projelerim
var bakalım, umarım hayata geçirebilirim. Küçük şehirlerde yaşamaya niyeti olan
arkadaşlarıma cesaret verebilmek için yazdım bu yazıyı, biraz da özendirmeye
gayret gösterdim, güzelliklerinden bolca bahsettim kusura bakmayın, ama bu
düşünüz aslında düş değil, uzanabileceğiniz mesafede. Başta daha küçük paralar
kazanıyorsunuz büyük şehirlere göre, sonra burda farklı fırsatlar yakalayarak
güzel bütçelere de dönüştürebilirsiniz gerçekten isterseniz ve hayallerinizi
kovalarsanız, bu hayata bir defa geldiğimize göre sanki hayallerimizin peşinden
koşmaya değer ha ne dersiniz, firar eyleyin dostlarım, firar edelim ki
güzellikleri yaşayalım, ülkemize de yaşatalım sonra, mutlu insanları olalım bu
ülkenin, herşeye rağmen. Düşerinde de
olsa firar edenlere sevgilerimle.
Seçil,
Literatürde Eceabat
“Eceabat, Çanakkale ilinin Trakya
topraklarında yer alan iki ilçesinden biridir. İlçe, Trakya’ nın
güneybatısında, Çanakkale Savaşları ile adını tarihe yazdırdığı mekanı olan
Gelibolu yarımadasının ise güney ve güneybatı kısmında bulunmaktadır. 490 km2
yüzölçümüne sahip ilçe, yarımadayı çevreleyen denizi hemen ardından yükselen,
en yükseği 300 metreyi biraz geçebilen ( Kocaçimen Tepesi -305 mt ) yumuşak
tepeler, bu tepelerin arasında kendisine yer bulmaya çalışan dar düzlükler, bu
düzlükler boyunca akan kısa ve zayıf çaylarla şekillenmiş bir coğrafyaya
sahiptir. Eceabat, Çanakkale boğazı gibi Asya ve Avrupa’ dan gelen
karayollarını denizyolu ile bağlayan, stratejik önemi çok büyük bir su yolunun
başında kurulmuştur. İlçenin doğusunda Çanakkale boğazının serin suları
bulunurken, yarımadanın diğer kısımlarını ise Ege denizi ve bu denizin Trakya’
ya doğru uzanan bir parçası olan Saroz körfezi çevreler. Kara sınırı ise
Çanakkale’ nin Gelibolu ilçesi iledir. Boğazın sularının ötesinde Çanakkale,
Eceabat’ ın da karşısında yer alır. İlçenin denizden yüksekliği 2 mt’ dir.
Köyleri ile birlikte ilçenin nüfusu 2007 sayımı sonuçlarına göre 9900, merkez
ilçe nüfusu ise 5500 kişi civarındadır. Eceabat’ ın 12 köyü bulunmaktadır.
Tarihi kayıtlarda eski yerleşim adlarıyla hala bilinirlik taşıyan bu köyler
şunlardır : Alçıtepe ( Kitre ), Behramlı ( Büyük Behramlı ), Beşyol ( Tursun /
Dursun ), Bigalı ( Çamyayla / Boğalı ), Büyükanafarta, Kilitbahir (
Kilit-ül-bahir ), Kocadere, Küçükanafarta, Kumköy, Seddülbahir, Yalova, Yolağzı
( Siğilli, Siğli, Saidli ) Eceabat karasal iklim ile Akdeniz ikliminin şekillendirdiği
bir geçiş ikliminin etkisi altındadır. Milli Park içerisinde yapılan
ağaçlandırma çalışmalarına rağmen orman varlığının çok olduğunu söylemek mümkün
değildir. Bu haliyle bozuk makilikler gözlemlenir. İlçenin geçim kaynakları
arasında tarım ve balıkçılık faaliyetleri belirgin bir yer tutar. Buna karşılık
otlakların az oluşu, ilçenin Milli Park sınırları içinde yer alışı sebebiyle
hayvancılık faaliyetleri ahır ve besi hayvancılığı olarak yapılabilmektedir.
Tarım faaliyetleri arasında Trakya’ nın genelinde ekimi yaygın olan buğday ve
ayçiçeği başta yer alır. Bağcılık, zeytincilik, meyve yetiştiriciliği ve
sebzecilik diğer tarım faaliyetleri arasında yer alırken, susam ve pamuk ekimi
ise daha özellikli bir nitelik taşır. Balıkçılık ise yörenin diğer önemli geçim
kaynağıdır. Eceabat’ı çevreleyen zengin sularda en çok tutulan balık, Çanakkale
balıkçılığıyla özdeş olan sardalyedir. Lüfer, palamut, levrek, kefal, istavrit
gibi balıklar da balık halinde çokça yer bulur. Sanayi tesisleri konusunda çok
önemli bir varlığı olmayan Eceabat’ ta balıkçılık ve tarım ürünleri konusunda
yan sanayi oluşturmuş küçük işletmeler, istihdama çok da katkısı olmayan
tekstil ve hediyelik eşya üzerine zayıf tesisler bulunur. Tarihi ve kültürel
varlıkların en yoğun olduğu ilçelerin başında yer alan Eceabat, Çanakkale
Savaşları’ nın da mekanı olup 1973 yılından bu yana Tarihi Milli Park
statüsünde bulunmaktadır. Öte yandan zengin su altı varlığı ve doğal batıkları
ile son yıllarda dalış turizminin en gözde merkezlerinden biri olma potansiyeli
bulunmaktadır. Eceabat ve çevresi eski çağlardan beri yerleşimlere sahne
olmuştur. M.Ö. 2000' lerde Fenikeliler tarafından kurulduğu varsayılmaktadır.
Troia ve Midilli' li denizcilerin Eceabat kıyılarına kadar gelip
zayıf kıyı kentleri ve limanlar oluşturdukları tarihi bulgulardan
anlaşılmaktadır. Bugünkü Eceabat’ ın antik dönemlerdeki ismi ise
Maydos/Matidos/Madytos ‘ tur. Tam kuruluş tarihi bilinmese de, Heredot ve
Helennikas tarihinde adı geçtiğine göre M.Ö. 5 yy’ dan önceki tarihlerde
kurulmuş olması muhtemeldir. İlçenin adı yörenin fethinde büyük yararlılık
gösteren ve yarımadanın bu kısmına gazileriyle çıkan Ece Yakup Bey’ den
gelmektedir. Onun ismine, “imar eden” manasındaki “abat” kelimesi eklenerek
Eceabat’ a dönüşmüştür. Ayrıca Ece Yakup’ un gazileriyle fetih öncesinde
kendine mesken edindiği Saroz yönüne bakan bir koya onun ismi verilmiştir. Ece
Koyu… Fatih Sultan Mehmet döneminde boğazların önemine binaen Kilitbahir kalesi
inşa ettirildi. Diğer Osmanlı sultanları da çeşitli kaleler yaptırdı ve
varolanların onarımlarını sağladı. Özellikle Sultan 2. Abdülhamit döneminde
stratejik önemi sebebiyle Boğaz’ ın Rumeli yakası tabyalarla donatılır. Bu
tabyaların birçoğu Çanakkale Savaşları sırasında büyük yararlılıklar
göstermiştir. 1.Dünya Savaşı yılları ise tarihin Çanakkale’ de kırıldığı andır.
1915 yılında Çanakkale Savaşları’ nın yaşandığı mekan her ne kadar yarımadaya
adını veren Gelibolu ile anılsa da, aslında en hararetli savaşların yaşandığı
topraklar yarımadanın Eceabat ilçesi sınırlarındadır. Çanakkale Deniz ve Kara
Savaşları neticesinde savaşın her iki tarafından 500 binin az üzerinde asker
kaybedilmiştir. Cumhuriyet döneminde Çanakkale iline idari olarak bağlanan
Eceabat, 1926 yılında belediye olur. Ece Koyu ve Akbaş Limanı hattının batısında
yer alan 33 bin hektarlık alan 1973 yılında çıkartılan bir kanunla Gelibolu
Yarımadası Tarihi Milli Parkı ilan edilir. Burası Çanakkale Savaşları’ nın en
yoğun yaşandığı Eceabat topraklarını kapsar. 1994 yılında yarımada da yaşanan
orman yangınları halkın vicdanında derin yaralar açınca, yeniden ele alınan
Milli Park, ilaveten çıkartılan yasalarla tarihi yarımadanın içinde
gezilebilen, yaşananlara tarafsız bir duyguyla bakılabilecek, köylerinde
yaşayanların gündelik hayatlarını sosyo-ekonomik olarak sürdürmeye iman veren,
aynı zamanda yerli ve yabancı turizm faaliyetlerinin gelişmesine olanak verecek
bir “Barış Parkı”na çevrilmiştir.”





Yorumlar
Yorum Gönder